Anasayfa > Haberler > Kült Bir Filmin Doğuşu: Killers of the Flower Moon

Kült Bir Filmin Doğuşu: Killers of the Flower Moon

Film İnceleme 7 ay önce Kült Bir Filmin Doğuşu: Killers of the Flower Moon

Başrollerinde Leonardo DiCaprio, Robert De Niro ve Lily Gladstone’un bulunduğu; oyuncu kadrosunda Jesse Plemons, Brendan Fraser gibi tanıdık isimleri bulunduran Usta yönetmen Martin Scorsese’nin son filmi Killers of the Flower Moon’u ön gösterimde izleme fırsatı bulduk. İncelemeye geçmeden önce şunu belirtmek isterim ki bu 3.5 saatlik Scorsese tecrübesini dibine kadar yaşamak istiyorsanız bu yazıyı filmi izledikten sonra okumanızı tavsiye ediyorum çünkü incelemede SPOİLER BULUNACAK. Lafı fazla dolandırmadan bu Mohaç Muharebesi uzunluğundaki filmin incelemesine geçelim. Bu arada madem Scorsese 3.5 saatlik film yapmış ben de her şeyi enine boyuna inceleyeceğim haberiniz olsun. Çayınızı kahvenizi aldıysanız Killers of the Flower Moon (Dolunay Katilleri)’nun derin incelemesine başlayalım. 

Her şeyden önce şuna değinmek istiyorum ki pure (saf) bir Scorsese tecrübesini özlemişiz gerçekten de. Girişi, gelişmesi, hikaye akışı, oyunculara bırakılan serbest alan, çekim açıları, tempo ayarlaması, ses miksajı, ışıklandırma ve aklınıza gelebilecek her detayla birlikte bu film kelimenin tam anlamıyla bir Martin Scorsese filmi. Öncelikle, filmin tekniksel detaylarına ve neleri iyi neleri kötü yaptığına değinmek istiyorum. 

Christopher Nolan filmlerinde en sevmediğim şey Oppenheimer filmi dışında başka hiçbir filminde Nolan oyunculara serbestlik tanımamayı tercih ediyor. Nasıl yani kardeşim ne geveliyorsun derseniz şöyle açıklayayım: Nolan bir senaryo yazıyor, kurguyu oturtuyor ve olayları oluşturuyor. Karakterler ise tamamen bu olaylara hizmet etmek için var olmuş oluyor. Bu yüzden, Nolan’ın yönettiği filmlerde rol alan oyuncular kendilerine verilen bazı kalıplar dışında karakterlerine kendilerinden çok bir şey ekleme fırsatı bulamıyorlar. Ancak Scorsese filmlerinde bunun tam tersi bir olay mevcut. Scorsese’nin sekansları uzun tutmasını sevmiyor olabilirsiniz (ki emin olun bu filmde bir çok sekansı gerektiğinden bile fazla uzun tutmuş naçizane görüşüme göre) ancak onun sekansları uzun tutması sayesinde DiCaprio, De Niro gibi usta isimler bize kendi yetenek şerbetlerinden birer bardak tatma fırsatı sunabiliyor. “Hocam nasıl yani?” diyorsanız, The Wolf of Wall Street filminde DiCaprio karakterinin aşırı doz kullanıp telefon kulübesinden arabasına süründüğü kısmı açıp izleyebilirsiniz. Neyden bahsettiğimi çok daha iyi anlayacaksınız. İşte yaklaşık 2-3 dakikadır bahsettiğim bu olay Killers of the Flower Moon’da bolca bulunuyor. Filmin 3 saat 26 dakikalık süresi de buna olanak sağlıyor tabiki. Bu sahnelerde oyuncuların karakterle nasıl bütünleştiğini ve kendilerinden bir şeyler kattıkça nasıl da karakteri ete kemiğe büründürdüğüne şahit olabiliyoruz. Ancak şöyle bir sıkıntı var ki, bu film bir kitap uyarlaması ve Scorsese bu sahneleri fiziksel oyunculuk üzerinden değil de diyalog oyunculuğu üzerinden anlatmayı tercih etmiş. Ve emin olun dediğim şey filmin neredeyse yarısından fazlası için geçerli. Evet çok iyi sahneler izledik, oyunculuğa doyduk ancak bu sahneler çok fazla diyalog üzerinden dönünce bir yerde insanı sıkmaya başlıyor. Siz “Kardeşim sen anlayamamışsın, anlamak için zeka gerekli” demeden önce şunu söylemek istiyorum. Arkadaşlar sinema işitsel olduğundan çok görsel bir sanattır. O sahnede verilmesi gereken duyguları veya konuşularak anlatılan olayları görsel olarak anlatmadıklarında bu olay artık sinema filmi olmaktan çıkıyor. Oppenheimer’da da aynı şeyden bahsetmiştim. Elbette sinema filminde uzun diyaloglu sahneler olabilir ancak bu filmin çoğunluğunda olmamalı. Bu kadar çok diyalog barındırınca kitaptan ne farkı kalıyor filmin. Anlatmak yerine izleterek yaşattığı sahneleri var mı filmin? Elbette var. Ancak diyaloglu sahnelerin çok olması insanı yoruyor ve daraltıyor. Ayrıca filme olan dikkatinizin de gitgide azalmasına sebep oluyor.



Bunun dışında filmin tempo akışı yavaş buldum ben. Üstadım, dedem yaşlandıkça tempoyu da yavaşlatıyor. Evet, farkındayım. Filmin temposu daha hızlı olsaydı kötü bir film olacaktı. Bu filme bu tempo çok yakışmış ancak 3 saat 26 dakikalık bir filmde tempoyu da yavaş tutunca seyirciyi filmde tutmak çok da kolay olmayabilir. İşte burda da devreye Scorsese’nin neden Scorsese olduğunu kanıtlaması giriyor. DİKKAT SPOİLER ÇIKABİLİR. Ne kadar yavaş tempoda olsa da, bol diyaloglu uzun sekanslar barındırsa da film seyirciyi sürekli yukarıda tutuyor. Bunu nasıl mı yapıyor? Gelin size bunu Goodfellas üzerinden anlatayım. Goodfellas’ta filmin son 1 saatinde kumpasla alakalı bilgileri öğreniyorduk. Öncesinde merak unsurumuz sürekli yukarıdaydı. Bu filmde ise kurgu tamamen ters mantıkta çalışıyor. Tüm kumpası en başından itibaren DiCaprio’nun “Ernest” karakteri ve De Niro’nun “King” karakteri üzerinden biliyor ve şahit oluyoruz. Kumpası bilmeyen kişi ise Lily Gladstone’un canlandırdığı zengin kızılderili Mollie karakteri. Burada size bir isimden bahsetmek istiyorum: Thelma Schoonmaker! Scorsese’nin bundan önceki bütün filmlerinde birlikte çalıştığı 3 Oscar ödüllü usta kurgucu… Schoonmaker bize öyle harika bir kurgu sunmuş ki, tüm kumpası bilmemize ve nasıl yaşanacağına dair bilgilere sahip olmamıza rağmen bizi merak ettiriyor. Bunu ise hikayeyi Ernest’in (DiCaprio) üzerinden anlatıyormuş gibi yaparak aslında Mollie’nin (Gladstone) üzerinden anlatıyor olması. Ernest’in tüm ahlaki alt yapısını ve çıkmazlarını izlerken bir yandan da Mollie’nin güvensiz ruh halini ve yaşadığı depresif paranoyayı inanılmaz bir şekilde bize geçirebiliyor. Ablamızın editing dalında alacağı 4. Oscar’ı kendisine şimdiden hayırlı olsun diyebiliriz. Madem konuya ve karakterlere bu kadar girdik onlardan derinlemesine bahsetmeden geçip gitmek olmaz. 

Ernest karakteri savaştan yeni gelmiş zengin paragöz dayısını yanında çalışmaya başlayan genç ve yakışıklı bir beyaz Amerikalı. Ancak film boyunca böyle kalmıyor tabiki. Yaşadığı karakter gelişimi en net şekilde gözler önüne serilen karakter olabilir kendisi. Dayısının zorlamasıyla tanıştığı kızılderili Mollie’ye aşık olması karakter için ilk çıkmaz oluyor. Çünkü bir tarafta kendisine bakan, yol yordam gösteren, arkasında duran ve Mollie ile tanışmasına neden olan paragöz dayısı var. Ve dayısının tek amacı da tüm Burkhart (Mollie’nin ailesi) familyasını ortadan kaldırarak onların mal varlıklarına sahip olmak ve bu amaç uğrunda da Ernest’i maşa olarak kullanıyor. Diğer tarafta ise dayısının diretmesiyle tanıştığı ve sonradan aşık olup değer verdiği çocuklarının anası gül gibi eşi Mollie bulunmakta. Eğer dayısına yardım etmek istiyorsa Mollie’nin ailesini bir şekilde ortadan kaldırması gerekiyor. Bu durum Mollie’yi psikolojik olarak buhrana sürüklemekle birlikte aralarındaki duygusal bağın da git gide yozlaşmasına sebep oluyor. Tüm bu çıkmazlar bir kenara dursun kendisinin ahlaki alt yapısına yapılan ufak ipuçlarından yakaladığımız kadarıyla içten içe az da olsa ırkçı da bir insan. Bunu kendisini kızılderiliye benzettiğini sanan bir adama sitem ederken gördüğümüz sahneden de kolaylıkla çıkartabiliriz. Ancak şöyle bir durum var ki tüm bu ahlaki yapısı ve içsel kişiliği bir kenara dursun Mollie ile evlenip ailesiyle tanıştıktan sonra kızılderililere sempati beslediğini de görebiliyoruz. Ancak kendi beyaz arkadaşlarının yanında bunu bilinmesinden de korkan bir tavrı var. İşte tüm bu çıkmazlar arasında bir karakter düşünün. Resmen tüm olay yapısı Ernest karakterini değişmesi için zorluyor ve bu zorlama o kadar  doğal yolla oluyor ki belli bir süre sonra bir bakmışsınız o eğlenceli, şen şakrak insan gitmiş yerine sert mizaçlı, dayısından korktuğu için altındakilere sert davranan ve Mollie’ye bağırmaktan çekinmeyen bir adam gelmiş. Gazlar bulunduğu kabın şeklini alabilir ancak yüksek basınç altında kimyasal reaksiyona girerek kendi kimliklerini kaybederler. İşte Ernest karakterine tam olarak bunlar oluyor. Aslında hiçbir şeyin kendi kontrolünde gerçekleşmediğini ve kendis istediği şeyleri rahatça söyleyince ne denli rahat hissettiğini sondaki mahkeme sahnesinden de çıkarabiliyoruz. 



Ernest karakteri şöyle dursun, Mollie karakterini ben küçükken çizdiğimiz yılbaşı ağaçlarına benzetiyorum. Yukarı doğru düz bir çizgi, ardından kenarlarına yatay üçgenlerden oluşan yapraklar. Aynı öyle bir karakter Mollie. Ne kadar yanlara dallanıp budaklansa da filmin sonunda yine başladığı çizgisine geri dönüyor. Karakteri alçalıp yükseliyor, yön değiştiriyor ancak yine sonuç olarak asıl kimliğinde kalmayı başarıyor. Bunu da şuna bağlıyorum. Mollie, petrol sayesinde zengin olana bir kızılderili ailesine mensup ve hayatı boyunca para kazanmak için ekstra efor sarf etmesine gerek kalmıyor. Ancak yaptığı ilk evlilikten olacak ki akıllanmış ve karşısına çıkan erkeklerin duygusal mı yoksal parasal mı yaklaştığını sezebiliyor. Bu konuda da her zaman şüpheci ve duygularını saklamakta usta biri. İşte filmin başında tanıştığımız Mollie Burkhart böyle bir karakterdi ta ki Ernest ile evlenene kadar. bakın tanışana kadar demiyorum, evlenene kadar. Çünkü evlendikten sonra mantıksal düşünme yapısını  bir kenara bırakarak duygusal düşünme yapısına bürünüyor. Bunun en büyük sebebi de Ernest’in kendisine sağladığı aşırı güven ve konfor alanı. Böyle olunca da yaşadığı olaylara uzaktan bakıp mantıksal yargı çerçevesinde karar vermesi mümkün olmuyor. Geçmişte kızılderililer ve beyazlar arasında geçen olaylardan dolayı beyazlara şüpheci olmasına rağmen Ernest sayesinde bu şüpheciliği transparan bir hale geliyor. Hatta tüm ailesi tek tek öldürülürken bile bunun tek bir kişi tarafından yapılacak bir kumpas olması fikrine kapılamıyor. Ta ki ne zamana kadar biliyor musunuz? Ernest’in Mollie’ye insülin ilacını alması için bağırdığı zamana kadar. O ana kadar şüpheciliği yavaş yavaş artan karakter o olaydan sonra iyiden iyiye güvensiz bir hale bürünüyor. Etraftaki ölümlerin getirdiği güvensiz havanın da etkisi aile içerisine yansıyor. Kendi evinde yemek yemekten korkar hale geliyor. Tüm ailesi, tuttuğu dedektif ve eski eşi tek tek öldürülünce karakterde bir kıpırdanma oluyor. Konfor alanından çıkmak istiyor. Her ne kadar beyazların elinde olan yargı ve hukuka güvenmese de bulunduğu kasabadan kalkıp hasta hali ile Amerikan Başkanı’nın yanına gidiyor (bence burası fazlasıyla abartıydı) ve kendisinden bu cinayetler ile ilgili yardım istiyor. İşte burdan sonrası filmin finaline yol yapıyor zaten. Tek bir karakterin komfor alanından çıkmayı kabullenip zor olan bir şeyi yapması tüm olay akışını bambaşka bir yere yöneltiyor. İşte Scorsese ve Nolan filmlerini birbirinden ayıran (bence) en bariz özellik bu. Nolan filmlerinden karakterler olay kurgusuna hizmet edip hiçbir şekilde olay akışını iradeleriyle değiştiremezken Scorsese filmlerinde karakterler özgür iradeleriyle tüm olay akışını tersine çevirebiliyor. 


Son olarak kısaca De Niro’nun canlandırdığı King karakterinden bahsetmek gerekirse kendisi kapitalizmin simgesi bence. Kızılderililerle yıllarca dost olmuş ama içten içe de onları yıkıp paralarını almak istiyor. Hiçbir zorlukta onlara ters düşmüyor ve her zaman dostlarıymış gibi davranıyor. Ama asla arkalarından kuyularını kazıp paralarına konmaktan da vazgeçmiyor. En basitinden sigorta parasını alacağı kızılderili. Ölmesini istemiyor, şimdilik.. çünkü erken ölürse parasını alamayacak. O yüzden sigorta süresi geçene kadar ona bakıyor ve onun sağlıklı kalmasını sağlıyor. Birebir kapitalizmin özeti bence. Bu karakter de hiç değişmeyen karakterlerden biriydi. Hatta ekstra olarak yaptığı hiçbir şey yoktu. Yaşı gereği kişiliğinde çok fazla değişikliğin olmaması da mantıken oturduğu karakterin gelişmemesi aşırı göze batmıyor. 

Gelin biraz da tekniksel detaylara değinelim. Kurgu, senaryo, yönetim ve karakterlerden bolca bahsettik zaten. Bunlara dahil olarak, tüm bu olayların sakince ilerlemesine garnitür olarak hizmet eden ses ve müziğe saygılarımı sunuyorum. Son zamanlarda çoğu filmde, ses ve müzik ile senaryonun veremediği heyecanı vermeye çalıştıklarını görüyoruz. Bu da biz dikkatli sinema severlerin dikkatinden kaçmayan ve bir hayli canını sıkan bir olay. İşte Killers of the Flower Moon’da ses ve müzik baş aktör olmayı reddediyor. Sadece filmin yanında filme farklı bir tat katması için garnitür olarak bulunuyor bu da filmin yoğunluğunu çok daha iyi hissetmemizi sağlıyor. Ses ve müzikle birlikte ışıklandırma ve prodüksiyon mükemmeldi. Prodüksiyon demişken; Scorsese dedem ilk sahnede Westworld’den esinlenme yapmışsın bi gülümsemedim değil! Neyse, ışık kullanımı harikaydı. Gizem sahnelerinde gizemi, aksiyon sahnelerinde aksiyonu kısacası sahne ne istiyorsa o duyguyu ve ambiyansı yansıtmayı çok iyi başardı. Ayrıca prodüksiyonun harika olması da 20. yy sonu Amerika’sını en derinden hissetmemize yardımcı oldu. Son olarak da Scorsese’nin hissiyatı birebir yaşatan çekim açılarından bahsetmek istiyordum ancak benim ne haddime. Zaten bilen biliyor o çekim açılarının tadını. 

Kısacası; 3.5 saatlik uzunluğu, yer yer sıkan diyalogları, az da olsa mantık hataları, kaliteli senaryo işleyişi, heyecan unsurunu yukarıda tutan kurgusu, usta yönetmen becerisi, harika ışık ve prodüksiyon ile...


Yorumlar (0)