Anasayfa > Haberler > Bir Marvel Klasiği: Werewolf By Night

Bir Marvel Klasiği: Werewolf By Night

Film İnceleme 2 yıl önce Bir Marvel Klasiği: Werewolf By Night

Marvel Studios’un, yeni giriştiği türlerden biri, “Marvel Studios Special Presentations”. Marvel Studios Special Presentations, Marvel sinematik evrenine yeni katılan karakterlere kısa bir bakış atmamızı sağlıyor. Bu türde yayınlanan ilk yapım ise “Werewolf By Night” oldu. Werewolf By Night yapımının ardından göreceğimiz özel yapım ise “The Guardians of the Galaxy Holiday Special” olacak. Marvel Studios’un “Special Presentations” yapımlarında kullandığı intro ise 1980-1990 yılları arasında “The CBS Special Presentation” tarafından kullanılan introya, gerek müziğiyle gerekse geçişleriyle oldukça benzer olması, seyircilerin dikkatini çekti. Marvel’ın bu özel yapımlarda ne kadar başarılı olacağı ise büyük bir merak konusu.

“Karanlık ve kasvetli bir gecede, birbirini daha önce hiç görmemiş olan, gizli bir örgüte bağlı canavar avcıları, liderlerinin ölümünün ardından anma töreni için Bloodstone Tapınağı’nda toplanırlar. Liderlerinin ölümü için bir anma tören düzenleyen örgüt üyeleri, güçlü ve kuvvetli bir yadigar için kendi aralarında ve canavara karşı ölümcül bir rekabete girerler. Bu rekabet sonunda onları, tehlikeli bir canavarla yüz yüze getirecek olan bir ava sürükler.” Şeklinde bir konuya sahip olan, uzun metraj kategorisinde görmeye alışık olmadığımız kadar kısa seyir süresine sahip bir film, Werewolf By Night…

Öncelikle filmi spoilersız şekilde ele alacak olursak harcanmış bir hikaye olduğunu söyleyebilirim. Gerek yaptıkları ayinler gerekse katı kuralları açısından kurgusal gizli örgütleri konu edinen filmler, her zaman ilgi çekicidir. “Werewolf By Night” filmi de konusunu okuduğumda oldukça ilgi çekici gelmişti. Çeşitli eleştiri sitelerindeki puanlamaları gördükten sonra filme daha da yükseldim fakat büyük bir beklentiyle izlediğim filmi, büyük bir hayal kırıklığıyla bitirdim. Werewolf By Night, oldukça klişe bir girişle başlıyor; çekingen, alçakgönüllü Jack abimizi görüp bir ısınıyoruz ama tabii ki de sonradan öğreniyoruz ki en çok canavarı o öldürmüş, bak sen şu işe. Film, eski korku filmleri kuşağı gibi siyah beyaz olarak ilerliyor. Eski kameralarla çekilmiş gibi olan görüntüler, korku kuşağı filmlerini fazlasıyla anımsatıyor. Filmin bu konuda gayet başarılı olduğunu söyleyebilirim. Zaten film daha başlangıcından itibaren müzikleri ve introsuyla size bu duyguyu geçirmeyi başarabiliyor. Ancak, bildiğimiz Marvel mantalitesinde bir film olmuş. Werewolf By Night, yayınlandığı platform olan Disney+’ta korku türünde gösterilse de içerisinde gereksiz düzeyde komedi unsurları barındırıyor. Filmin korkutucu olduğuna dair bir şey söyleyemeyeceğim, korkabilirim dediğiniz yerlerde gelen yersiz espriler “Ne alaka?” demenize neden olabiliyor.

Senaryo açısından söyleyebileceğim çok bir şey yok. Çünkü genel olarak boş diyaloglarla doldurulmuş bir senaryo var karşımızda. Filmde, akılda kalıcı hiçbir replik yok. Filmi kapattıktan beş dakika sonra tüm söylenenler aklımdan silindi de denebilir. Senaryo ve diyaloglar, filmin başarısız olduğu konuların sadece ufak bir kısmını kaplıyor. Filmin senarist kadrosunda da zaten çok tanıdık olmayan iki isim yer alıyor. Birisi Heather Quinn diğeri Peter Cameron. Heather, Hawkeye dizisinde de senaristlik yapmıştı ancak Hawkeye dizisinde daha başarılı olduğunu söyleyebilirim. Werewolf By Night filminden daha az para aldığı için hırsını senaryodan çıkartmış diye düşünüyorum.

Filmin oyunculukları beğendiğim nadir yerlerdendi. En çok, Verusa karakterini canlandıran Harriet Sansom Harris’i beğendiğimi söyleyebilirim. Jack karakterini canlandıran Gael García Bernal da elinden gelenin en iyisini yapmış. Elsa Bloodstone karakterini canlandıran Laura Donelly’nin oyunculuğu da oldukça iyiydi. Oyunculuklar açısından filmin pek sıkıntısı yok. Ancak gereksiz karakterler tabii ki de mevcut. Hiçbir işe yaramayan iki karakter var elimizde. Birisi Michael Jackson’a benzeyen Linda diğeri adını söylediler mi onu bile hatırlamadığım, her an “Wakanda Forever!” diye haykıracak gibi duran karakter... Oyunculuk açısından bu karakterleri canlandıran Eugenie Bondurant (Linda) ve Daniel J. Watts’ı konuşalım desem konuşulacak bir sahneleri yok, figüran gibi takıldılar etrafta.

Filmin başarılı olduğu noktalardan birisi ise sinematografi. Kötü bir sinematografi, her filmde can sıkar fakat siyah beyaz bir filmde sinematografinin kötü olması, filmi izlenemez bir hale getirebilir. Ancak Werewolf By Night, sinematografi açısından güzel bir iş ortaya koymuş. Özellikle filmin sonlarında gerçekleşen kavga sahnesinde aldıkları tek planlık görüntüyü tekrar tekrar izledim. Her ne kadar saçmalıkları olsa da… Ayrıca çekimdeki planlar gayet güzel düşünülmüş, tek mekanda geçen film, çekim planları sayesinde birden çok mekanda çekilmiş gibi duruyor. Bu açıdan da oldukça başarılı. Plan çeşitliliği bu kadar iyi olmasaydı izleyiciyi bir tık darlayabilirdi. Filmin görüntü yönetmeninin kim olduğunu bulamadım fakat buradan tebriklerimi iletiyorum.

Gelelim işin CGI noktasına… Klasik Marvel deyip geçmek istemiyorum. 2022 yılında, siyah beyaz filmde bile bu kadar kötü CGI yapmak gerçekten büyük bir başarı ister. Özellikle böceklerin olduğu bir kısım var, Paint’ten yapıştırsanız bu kadar kötü durmaz. Instagram influencerları bile photoshop yapıldığı çok belli olmasın diye siyah beyaz fotoğraflar üzerinde oynama yaparak yüklüyorlar ve o bile bu kadar kötü durmuyor. 10 yaşındaki çocuklara mı yaptırdınız CGI’yı çok merak ediyorum?. Bu kadar mı cimrisiniz. Koskoca Disney var arkanda, Marvel desen zaten her yaptığı film gişe rekorları kırıyor. 3 kuruş daha veremediniz mi şunu yapan insanlara? Bunu filmin bütçesinin düşük olmasına bağlamak istiyorum ama film iyi de değil. “Hadi CGI’dan kısmışlar ama film güzeldi şimdi.” demek isterdim ama onu da diyemiyorum. Başka bir stüdyo olsa derdim ki: “Eski korku filmleri temasında yaptıkları için CGI’ları bilerek kötü yapmışlar.” Ama karşımızda Marvel olunca bunu demek pek de mümkün değil.



Ayrıca filmde beğendiğim en önemli detay, filmin siyah beyaz olup sadece kırmızı rengin gözükmesiydi. Çünkü kırmızı renk, aşk ve şehvetin yanı sıra; vahşet, ölüm, hırs, irade, güç ve şiddeti temsil eder. Bu unsurların çoğunu da filmde gördük. Kırmızı renk, izleyicide duygusal bir yoğunluk yaratır. Bu yüzden korku filmleri veya aşk filmlerinde kırmızıyı sıkça görürüz. Burada da görsel anlatımı çok güzel bir şekilde destekliyor. Filmin temel hikayesine baktığımızda ise herkesin Bloodstone denen taşı almak için savaştığını görüyoruz. Bloodstone ise filmin başında da anlatıldığı üzere ölümsüzlük ve güç veren bir silah. Ayrıca Bloodstone’u alan kişi örgütün yeni lideri olacak. Bu taşın kırmızı olup, siyah beyaz filmde renkli olarak gözükmesi ise güç ve iktidar bakımından oldukça destekleyici bir görsel anlatım olmuş.

Filmin müziklerinin ise hoşuma gittiğini söyleyebilirim. Müzikler bir yandan eski korku filmlerini bir andırırken diğer yandan eski tarzda yapılmış yeni bir korku filmine farklılık katmış. Duyguları güzel bir şekilde geçiren müzikler kullanılmış. Tabii ki de daha iyi olabilirdi fakat müziklerin beni yeteri kadar tatmin ettiğini söyleyebilirim. Özellikle canavarı aradıkları alanda gramofondan gelen müzik oldukça güzeldi.

Gelelim spoilerlı kısma. Filmin göndermeleri Scooby Doo temasındaydı. Hatta bunu Scooby Doo’nun daha iyi yaptığını bile söyleyebilirim. “Canavarlar da iyidir ya onları da anlamak lazım.” mantığıyla yazılmış bir hikaye var karşımızda. İzleyiciler olarak artık bu saçma sapan sosyal mesajları hepimiz bıktık. Anladık hiçbiriniz ırkçı, cinsiyetçi, ayrımcı vesaire değilsiniz. Eminim bu tür ayrımcılıklara uğrayanlar bile bu durumu film yapımcıları kadar dert etmiyordur. 

Mantık hataları… Filmde en çok sıkıntı çektiğim ve “Bu neydi şimdi?” diyerek not aldığım kısım mantık hatalarıydı. Şimdi koskoca bir örgütsünüz canavarlarla falan savaşıp öldürüyorsunuz. Uzun yıllar yaşamış, Bloodstone’a sahip olmuş Ulysses adında bir lideriniz varmış ve ölmüş. Siz gidip bu kadar güçlü kuvvetli bir adamın cesedini neden robot gibi kodlayıp saçma sapan konuşturdunuz? Bu ayinin yapıldığı sırada da herkesin kaç tane canavar öldürdüğü sayılıyor. Yukarıda da söylediğim hiçbir işe yaramayan Daniel J. Watts’ın canlandırdığı karakter 26 tane canavar öldürmüş. Öldürdüğü canavarlar çeşitli büyülü güçlere sahipler. Sen gidip 26 tane canavarı öldürmüşsün ama 10 yıldır canavarlarla uğraşmayan bu dünyadan uzak duran Elsa seni 5 saniyede nasıl öldürdü. Filmin başında hiç pratik yapmadı denilen Elsa, 26 canavarı doğramış olan birini nasıl tek hamlede öldürebilir? Ama Michael Jackson’a benzeyen karakteri tebrik etmek lazım onla 30 saniye falan dövüştü. Jack’in duvarı patlatmaya çalıştığı yerde zaten kendimden geçtim. Jack aktifleştirdiği bombayı yarım saat taşıyor ve bomba hala patlamamış. Hadi burasını konuyu geçtim. Arkasında yapışkan olmayan bombayı ne diye duvara yapıştırmaya çalışırsın? Hadi neyse bunu da geçtim. Filmin sonunda koskoca binanın çatısına tırmanıp oradan Verusa’nın üzerine atladı bu canavar. 2 metrelik duvara nasıl tırmanamaz. O 2 metrelik duvara 10 dakika önce Elsa tek hamlede tırmandı. Bir de Jack, Elsa ile tanışalı 10 dakika olmasına rağmen sanki 40 yıllık arkadaşlarmış gibi Elsa, “Sana güvenmiştim.” tarzında bir triplere giriyor. Ne? Jack de canavara dönüştükten sonra kafesin tepesini kırarak kaçıyor ama kimsenin de aklına yukarılara bakmak gelmiyor. Herkes küçücük salonda önüne bakıyor. Sence önünde olabilir mi?. Bir kafanı kaldır yukarı bak! Bir de Jack’in canavar olduğunu da Bloodstone’a dokununca anladılar. Koskoca köklü örgüt, bünyesinde barındırdığı canavar avcısının, aslında canavar olduğunu yeni mi anladı?

Neyse filmi özetleyecek olursak: Mantık hatalarıyla dolu, akılda kalmayan ve klişe başlayan kötü bir senaryo. Güzel sinematografi ve iyi oyunculuklarla donatılmış, çok düşük beklentiyle açılıp izlendiğinde güzel gelebilecek bir film. Etrafınızdaki insanlara tavsiye edilmez. Anca beyninizi bir kenara koyup, açıp izlerseniz zevk alabileceğiniz türden bir filmdir kendisi.


Yorumlar (0)